Pages

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Öyle Değil

Öyle değil işte. Bu ağrı, çağrı değil. Kağnı hissiyatın raporu sadece. Analizin çamura saplanmış olanı. Balık ki; yüzer yolunu bulur, yankı yaparsa, tankı yıkar o vakit. Tank, oyuncak bile olmamalı büyük adam. Buna izin verme. bir seferlik şansımız var ortalama 60-70 sene brütünde. Ayıklanmış net kısmı hiç açmayalım. Zaten, "düş"e kalka düştük bu anafora, bir düştük, bu anaforda.

Ne zaman?

Sarkaçlarından tutundum, inan ki gelmiyor. Burgaç çıktığında hallolacak bir şey değil benimkisi. Sığ bir tarafındayım işte. Bataklık desen değil. Sanki bir set oluşturulmuş dalga kıran gibi, vuran kırana. Dalgalar aşıyor, üzerime doğru geliyor. Son düzlükte, yakılası gazeller, bitmeyen hayaller var.

20 Temmuz 2012 Cuma

Cinsiyet ve Ataerki


Cinsiyet tamamıyla farazi bir olgudur. Kolektif bilinçaltının bize dayattığı biyolojiktir yanılsamasına her fırsatta düşeriz.

Biyolojik cinsiyete inanmak, ataerkinin kendisidir. Zaten ataerki denilen kavram varlığını kültürel kodlarla yansıtır. Kandırmak için kavını atar. Bukalemunun attığı gibi. şiddet,şantaj bu iki "ş" ataerkinin yuvalarıdır. Kendisi de kartaldır ve çevresindeki kuşlara göz dağı vererek hükümranlığını sabitler. en başta ben varım, en başta ben olmalıyım, dünyanın bütün övgüleri benim üstüne olmalı, bütün hikayelerin bir karakteri beni işlemeli, birilerini eleştirmek sadece bana haiz olmalı der ve ataerkini yansıtır. erktir o, ataların erkidir.

Latince isimlerin payandasındaki biyoloji bizi karşılayamaz, hastalandığımızda farmakoloji bilimini bize işaret eden, cinsiyete dişi-eril kliğinden bakanlar bizim derdimizden anlayamaz. cinsiyetin hormonlara tabii olduğunu söylerler, bunlara bir balans ayarı çekilirse kafalarındaki cinsiyet hizalarına denk düşecek yere geleceğimizi ifade ederler.

Cinsiyete biyolojik ölçüden bakan kimileri, hasta bunlar derhal düzeltin, derler yardakçılarına. bunlar bizim toplumumuzda olmamalıdır diye emir verir, führergiller. üst insana uymadı mı, sabun olun fermanını yazarlar. buyruğunu yerine getirmeyenler de sabun olurlar. onu örnek alanlar, bizleri her gün ve her gün yıkamak, yıkanmak için kullanırlar. Bizler kirleri düzeltiriz, kendimizi düzeltemediğimiz için(!)

Feysbuk'un erkek kadın hanesine baktığı gibi cinsiyete bakanlar, bakılanları bu ikiliğin olmadığı bir dünyaya iterler, ne osun, ne busun. ait olmayan bir dünyanın ferdisin. sen cezalısın sen de ondan olmadığı için.

Orada, aradığını bulamayanlar, mağdur olduğu zaman yasal yerlerde, haklarını ararlar. ama bu sefer de "adamına göre ideolojiden olan özgürlükçüler", "vay vay vay yasalcı bunlar, devletçi bunlar" yaftasını rozet olarak yakana yapıştırırlar. aitsiz bir dünyanın cinsiyetsiz bir vatandaşısın. hatta, jan jak russo'yu hatırlayıp bunu ele alırsak vatandaş bile değilsin. vatansızsın. Üstüne üstlük cinsiyetsizsin. Hiçbir tanımın içine oturamadığın için de aitsizsin. hiçliğin, yandan çarklı yürüdüğü, bilinmeyen bir öznesin.

15 Temmuz 2012 Pazar

Sosyal Medya sitelerindeki cinsiyet dengesi


Devlet her vatandaşını korumakla yükümlüdür. Ama bundan sonrası için noktalı virgül koyar ve der ki: Korkma, eğer ki bir suçun yoksa devlet sana emin ellerle, emin ol, bir suç temin edecektir.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Ressam Deniz Bilgin-Minareden at beni, in aşağıda tut beni



99'da kendini sonsuzluğun kalbine, ıssız bir apartman gövdesinde el uzatan ressam. Ursula K. Le Guin'in kitap kapaklarında eserlerine rastladığımız ressam, Deniz Bilgin




Çocukluğumda, gençliğimde, resim yaparken sokaklardaki parke taşlarını, damlardaki kiremitleri ya da bir kadının elbisesinin üzerindeki küçük çiçekleri tek tek çizmek gelirdi hep içimden. Ressam bir orman resmi çizecekse özenerek ve her birinin diğerinden farklı olduğunu hissederek tek tek bütün yaprakları çizmelidir diye düşünürüm.
 Deniz Bilgin


"Son bitmiş guaj resme bakıyorum. Başsız ve ayaksız, yerinden ve hafızasından uzak düşmüş bir gövdenin, iğreti kanatlarıyla uçmayı tam da beceremeyen hantal bir yaratıkla oynadığı çemberden atlama oyununa. Karanlık bir ormanda saklanmış iki yaratık, biri eksik, biri fazla, belki bir kadın ve bir erkek, kendilerini ve birbirlerini yoketmeden kavuşabilecekler mi? Nihayet, bu gizli köşede kendi eksikliklerinden ve fazlalıklarından duydukları utancı bir çoşkuya çevirebilirler mi? Bu oyunun resmedilişindeki imkansızlığın ardında, tutmanın ya da tutkunun tek umudu mu var? "Minareden at beni,in aşağı tut beni". Zemin dokusuna karışan yazı oyunun adını böyle koyuyor. “Oyunun kuruluşundaki umudu, sondaki imkansızlıktan daha çok merak ediyorum. Çünkü son, sonradan geriye dönülerek anlamlanıyor, kesinleşiyor. Resimdeki oyunda ise bir beklenti var… Bu resimde, o çocuksu kaybedip bulma oyununda, geleceğin dehşetini erteleyen kuvvetli bir “sen” çağrısını duyuyorum aynı zamanda. Yazının beklentisi de bu zaten. Çok mu geç? Bir bakıma öyle, kaderin başkalığı beni de seni de terketmiş. Ama bu resimlerdeki başkalığı, örneğin bir başka resimde, bir kız çocuğunun sınır çizgisine kadar gidip gördüğü, görüp de de bize anlatamadığı bir başka dünyayı dile getirmek için geç olmayabilir. Yabancılığın payından duyulan umut gene.” 

Meltem Ahiska, “Deniz Bilgin/Ressam” kitabından *son tablosunun ismi gibi, 5.kattan kendi göğüne düştü, "Deniz"

Minareden at beni, in aşağıda tut beni* Ressamın ölmeden önce çizdiği son resim
   

13 Temmuz 2012 Cuma

Kandırmak

Sonra, bir gün, öylesine, değişiklik olsun diye, halk ekmek fırınına uğradım, mümkünse, tam buğdaylı kandıralı kandırılma ekmeği ver, dedim ustaya. Dişlerinin arasından gördüğüm altınla birlikte, sırıtarak: "Bu aralar bu çok gidiyo abla, ocağa incir ağacı diktiriyomuş, gelecek beklentili gazı şıp diye indiriyomuş, dedi." ver bi' tane o zaman dedim ve ayrıldım, ne de olsa ben bir halktım.

10 Temmuz 2012 Salı

Görüyor musun?

Yarasıdır her toprağın şehre bıraktığı ve bilinmez zamanlarda kalan her biçare nefer gibi toprağa birkez daha düşecek olan son cemredir. Belki kendiliğinden yeşerecektir cebren ve hilen bir yola başvurulmazsa, belki de aslına sadık kalarak köküyle bütünleşecektir. yasa dışı bir yolculukta gidip duran bir skandal yöntem olarak kullanılmazsa o da batmayacaktır gün ışığını dünyaya sızdırana kadar. Kalbine bir bıçak saplanmazsa eğer, o da senin benim gibi ya da nefes aldığını gösteren her canlı nesli gibi bir nehir canlılığında akıp gidecektir. Kuyruklu yıldızı görüyor musun der, ardından gelen biri yanındakine, eğer o da derse ki, uzakta nokta şeklinde bir şeyler gördüm ama o kadar sadece o kadar… O an, hikayede insana dair anlatılanlarda bir yerler eksik kalmış demektir. O anda bir şeyler zamandan karşılıksız ve bağlantısız olarak uçup, bilinmeyen bir evrene doğru yol almış demektir.

Gotik, Feminist Kara Kalem-Judith Weratschnig

The Beat Of Money-2000
Gotik feminist kara kalem sanatçısı Judith Weratschnig'in sanatını genel anlamda etnik gotik sanat türü olarak tanımlayabiliriz. Sanatında daima gotik roman kapaklarını andıran işler bulabiliriz. Avusturyalı sanatçı dünya genelinde birçok metal grubu için de işler üretiyor. 

Manipulation-2000

Warrior-1998

Energy Feeding-2001

Kapitalizm üzerine eleştirisel yapıtı The Beat of Money adlı çalışmasında finans kapital aklın kadını sadece metasal bir araç olarak görmediği aynı zamanda ellerini kollarını bağlayıp aslında özgür gözüken bir sınırsal seçimler hanesine mahpus kıldığını gözler önüne seriyor. Özgürlük aslında sadece sınırları çizilmiş bir hat içinde olan bir özgürlük oluyor ve reklamlar aracılığıyla gösterilmeyen bu metasal anlayış an be an kadın bedenini çürümeye zorluyor. Manipulation adlı çalışmasında direkt önümüzde durduğu haliyle de bu çürümenin kadını en sonunda nasıl bir kuklaya çevirdiğini de bu haliyle anlayabiliyoruz. Warrior'da ise kadının yalnız kaldığı bir hücre-i zamanda, kapitalizm ve ataerki tarafından kuşatılmışlığın doğal bir sonucu olarak; kılıcını kuşanan, miğferini, zırhını takan bir Amazon edasında nasıl bir savaşım verdiği tüm boyutlarıyla ortaya çıkıyor. Aslında her birey gibi özgürce kendini ifade edecek yerde şu kıyafeti giyme, şu tarz yürüme gibi halkın içindeki toplum zabıtaları tarafından da kadının nasıl engellendiği ve bir süre sonra bu söylemin içselleşerek bu kor savaşta kadınlara aşılanmaya çalışılan bir otokontrol mekanizması görevi gördüğü hemen kendini belli ediyor. 2001'deki eseri Energy Feeding'de en başta belirttiğim olayın farklı bir alegorik çalışması görünüyor belki de. Bir şekilde bizlere vaat ettikleri sınırlı özgürlük dünyasında seçtiklerimiz ve zevklerimiz yeniden bu çarkın dişlilerinin hareket etmesini sağlıyor, eğer bu düzen bir ağaçsa yediğimiz de içtiğimiz de hatta boşaltımını yaptığımız bok bile aynı düzenin öğütülmesinden başka bir işlev görmüyor.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Dünyada devletin olmadığı tek yer

Antarktika. kimsesizlerin kimsesi. Tayyipsiz hava sahası. polissiz, jobsuz, hapishanesiz, katliamsız, kadına şiddetsiz, lgbtye hiddetsiz yer. Ama oranın da altında feci doğal kaynaklar var. Buzlar erimeye görsün İngiltere'den başla, fransız mösyölerine kadar hepsinin ağızları sulanır. suladıkları yerde de şiddet olur, oranın doğal güzelliği karşısında gülümseyen dudaklar zehir akıtır, hırs olur, kâr olur, muhafazakâr olur. Bu iş de adamını kayırma kadrolaşma çerçevesinde muhafaza-"kârlı" olur. Ütopya sonu, bitmiştir. Evet, yine kötüler kazandı.

Simone de Beauvoir’da Adet Kanaması-Zeynep Direk

Vücut dünyada, aslen hareket ve akışkanlık olan bir durumdur. Varoluş felsefesi fenomenolojik öncüllere dayanarak bizi vücudun mevcudiyeti ile bir nesnenin varlığı arasındaki farkı düşünmeye yöneltmiştir. Vücut hem dünyadan beslenen ve onunla iletişim halinde olan bir organizmadır hem de insani dünyada sınırları dondurulmuş her hangi bir nesne gibi nesneleştirilebilir bir varlık olarak belirir. Vücudu, Merleau-Ponty ve Simone de Beauvoir gibi “dünyada bir durum” olarak ele aldığımızda, mevcudiyeti her zaman cinsiyetli/zaten çoktan cinsiyetlendirilmiş olarak buluruz. Lacancı psikanaliz cinsiyet farkının sembolik düzene giriş öncesinde varolduğunu yadsıyacaktır; sembolik düzen öncesinde çocuk için anne ile baba arasında bir fark yoktur. Foucault da cinsiyetin doğallığından şüphe etmiştir, onu takip eden Judit Butler daha da ileriye giderek nihayetinde “doğa” da bilimsel ve kültürel bir kurgudan ibaret değil midir diye sorar. Feminist kuram cinsiyetin salt biyolojik bir veri mi yoksa salt toplumsal ve tarihsel bir kurgudan, kültür içinde bir olma tarzından mı ibaret olduğunu çok sorgulamıştır. Ne var ki, cinsiyetli varoluş, ister salt biyolojik bir veri isterse sırf toplumsal bir kurgudan ibaret olarak ele alınsın, bedene ilişkin belirlenimci bir konumu işgal etme riskine sürekli bir biçimde girilir. Sonuç olarak biyoloji bilimi de, ataerkil kültür de bedeni nesneleştirir. Halbuki varoluşçuluk açısından bakıldığında, “dünyada bir durum olarak vücut” ona ne içerden ne de dışardan dayatılmış bir nesnel yapıya indirgenebilirdir. Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet’te1  kadını “durum”undan yola çıkarak ele alışını takip ederek hem somut bedenin kendisini nasıl her zaman toplumsal ve tarihsel olarak bir durum içinde bulduğunu ve kendi deneyimlerini bu durum içersinde anlamlandırdığını fenomenolojik olarak araştırabilir hem de bu durum üstünde yapılan bir düşünümden doğan feminist bilince ve eyleme onu dönüştürme özgürlüğünü tanımış oluruz.

İkinci Cinsiyet’te Simone de Beauvoir özgürlüğün ve aşkınlığın içkinlikte ketlenmiş olduğu bir kadınlık durumunu tasvir etmektedir. “Kadın doğulmaz kadın olunur” sözü, elbette “nasıl kadın olduk?” sorusunu, geçmiş kipindeki bu soruyu doğuracaktır. Ve ardından da başka soruları: Nasıl kadın oluyoruz? (Şimdiki zamandaki olma sürecimiz hakkında bir soru); Kadın olmalı mıyız? (Cinsiyet/toplumsal cinsiyet seçilebilir mi?); Nasıl kadın olabiliriz? (Cinsiyet farklılığını yaşama tarzımızı serbestçe icad etmemiz mümkün mü?) vs. Iris Marion Young, “Dizisellik olarak Toplumsal Cinsiyet: Kadınları Toplumsal bir Kollektif Olarak Düşünmek” adlı yazısında Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz kadın olunur” sözünü yorumlarken Sartre’ın 1961 tarihli Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde bulunan “atıl-pratik” (pratico-inert) ve dizisellik (serialité) gibi kavramlara müracaat eder. Feministlerin Beauvoir’ın bu sözünde ima edildiğini düşündükleri “toplumsal cinsiyet” kavramı, Young’a göre, atıl-pratik yapılarının bulunduğu bir alan olarak ele alınmalıdır. Dünyada bir durum içinde olduğu söylenen vücut, cinsiyetli mevcudiyet, bir takım atıl pratiklerin, yani önceki kuşakların praksislerinden doğmuş, onların dünyevi varoluşlarını etkili ve belirleyici bir biçimde dokumuş olan eyleme ve davranma biçimlerinin, kurumların bir ürünüdür. Atıl pratikler şimdiki zamanın kültürüne içkin olan, donmuş, çökelti haline gelmiş pratiklerdir. Örneğin kadın ve erkek arasındaki işbölümü, yani kadınlar kamusal hayatta varolmadan önce geçerli olan işbölümü (kadının evde çocuk bakması, temizlik yapması, erkeğin ise dışarda çalışması ve evi geçindirmesi) kadınlar da dışarda çalışmaya ve evlerini geçindirmeye başladığı halde ev hayatı üstündeki belirleyici etkisini sürdürmeye devam eder. Simone de Beauvoir için kadının biyolojik durumunun onun için bir handikap teşkil etmesinin sebebi, bu durumun görüldüğü ataerkil bakış açısı ve onun içinde bulunan atıl-pratiklerdir. Simone de Beauvoir bu bakış açısı yüzünden genç kızın ergenliğe geçişini işaretleyen adet kanamasının bedenin bir olumlanması, yetişkin kadınlığın kutlanması anlamıyla yaşanamadığını, aksine bir lanet, bir esaret gibi deneyimlendiğini vurgular. Bu yazının devamında İkinci Cinsiyet’in adet kanaması tecrübesine ilişkin olarak yaptığı fenomenolojik betimlemeyi yakından takip ederek Simone de Beauvoir’ın bu konuda söylediklerini geliştirmeye çalışacağım.



 Simone de Beauvoir genç kızın vücudunun ergenlik çağında geçirdiği değişimleri anlatırken bedenin ergenlikteki kırılganlığından sözeder. “Dişi organlar hassastır, kolayca zarar görebilirler, tuhaf ve rahatsız edici olan göğüsler adeta vücudun ön tarafında oluşan bir kamburu andırırlar.” Genç kızın vücudundaki göğüsler niçin adeta bir kambur gibi tasvir edilmiştir? Onlar büyürken vücudun dışarı doğru yaptığı çıkıntı, vücut şemasında daha önce olmayan bir organın artık varolması, hareket edebilirliğin ve incinebilirliğin sınırlarını da değiştirir elbette. Ama bir de bu kırılganlığı toplumsal cinsiyet açısından düşünmek gerekir. Büyümeye başlayan göğüsler, çocuk ile kadın arasındaki geçiş noktasında bulunan bir ara varlığa işaret ettikleri için toplumsal bir kırılganlık, bir özürlü oluş, bir kambur doğmaktadır. Genç kız çocukken tabi olmadığı düzenlemelere tabidir artık, bedeninin kendiliğindenliğinin yerini, erkek bakışının arzu nesnesi olabilecek, herhangi bir saldırganlığı kışkırtmaması için sınırları çok iyi denetlenmesi gereken, ketlenmiş bir varlık alır. “Vücut hızlı hareket ettiğinde göğüsler varlıklarını sallanarak, acıyarak hissettirirler.” Koşan bir insanın bedeninde pek çok organ sallanır ve acır elbette. Ancak buradaki fiziksel rahatsızlığa eşlik eden bir utanç da vardır, bu sallantının veya et çalkantısının dışardan görünür olduğu bilgisinin verdiği yüz kızarması, kendi bedeninin görünürlüğünden duyulan bir ıstıraptır. Duran, sallanmayan, şekillendirmiş bir taşı, bir heykeli andırmalıdır kadınlıkta beden, aksi halde dişi beden bir cürete, bir meydan okumaya dönüşür. Simone de Beauvoir genç kızın ergenliğini anlatırken “Bundan böyle kadının kas gücü, dayanıklılığı ve çevikliği erkeğe kıyasla daha az olacaktır” der.3 Bunun sebebi toplum içindeki hareketlerin seyredilirliğinin verdiği kendini geri çekme hali, görünürlüğün deneyimi midir, yoksa vücuttaki kimsayal değişiklikler mi? Ona göre, ergenliğe girmiş olan kızın bedenin sergilediği fark kimyasal değişimlerin yaşanış biçimindedir. “Hormon salgılarının düzensizliği sinirsel ve vazomotor bir dengesizlik yaratır”.4  Hormonları olan her varlık düzene ve düzensizliğe maruz kalacaktır, burada asıl belirleyici olan genç kızın kadın bedeninin döngüsel hormonal ritmine karşı takınacağı tavırdır. Simone de Beauvoir şöyle yazıyor: “Adet krizi ıstırap vericidir: baş ağrıları, kırıklıklar, karın ağrıları normal etkinlikleri zor hatta imkânsız kılar; bu rahatsızlıklara sıklıkla ruhsal sorunlar da eklenir; sinirli, huzursuz, kadının her ay bir yarı yabancılaşma halinden geçmesi sıklıkla vaki olan bir şeydir; merkezlerin sinir sistemini ve sempatik sistemi her zamanki gibi denetleyeceğinin bir güvencesi yoktur; dolaşım rahatsızlıkları, vücutta bulunan bazı toksik maddeler, bedeni kadın ile dünya arasına koyulmuş bir ekran; ona basan, onu boğan ve dünyadan ayıran yakıcı bir sis, içinde kaybolup gittiği bir bulanıklık haline getirirler.”5  Belli ki vücutta meydana gelen fiziksel ve kimyasal değişiklikler, kadının dünyayı bedeniyle tutuşuna bir darbe indirir; vücut dünyanın tenine tensel bir ilmek, onunla içerden bir bağlantı, sağlam bir tutunmuşluğa, demir atmışlığa bağlı bir hareket yeteneği, aydınlık görme ve anlama biçimi olmaktan çıkar. Artık beden sanki kendisini aşan güçlerin yansıdığı bir aynaya, anlaşılmaz bir filmin görüntülerinin aktığı bir ekrana, öznesi olmayan duyumlara, puslu bir haleti ruhiyeye dönüşmüştür. Kadın, beden ve dünya birbirinin dışında olduğunda varoluş da bir akışa, bir sise benzer. “Bu sızlayan edilgin ten boyunca tüm evren çok ağır bir yüktür. Ezilmiş, sulara gömülmüş, boğulmuş, dünyanın geri kalanına yabancılaşmış bu ten, kendisine de yabancı hale gelir. Sentezler çözülür, anlar artık birbirine bağlı değildir, başkası artık yalnızca soyut bir biçimde tanınır; akıl yürütme ve mantık melankolik hezeyanlarda olduğu gibi el değmeden kalmışsa bile, organik karışıklığın bağrında patlak veren tutkusal kanıtların hizmetine sokulmuşlardır.”6 Dünyaya yabancılaşan ten kendisine de yabancılaşır, ben’ini bir anın ötesinde bulamadığından, zamansal devamlılığı kuramadığından; bireyleşme, kişileşme imkânını da yitirir böylece. Geriye kalan diyakroniden, ayrık zamanlılıktan başka bir şey değildir.  Başkasıyla ilişki de çökmüştür bir bakıma, çünkü bilinçlerin birbirini tanıması için geçilmesi gereken karşılıklı sınama ve mücadele senkronik bir zamanı varsayar. Anda birlikte olma yalnızca bilinçlerin birbirini soyut tanıması olduğunda gerçek bir öznelerarasılıktan söz edilemez. Soyut birbirini tanıma belki de yalnızca birini önceden beri tanıyor olduğumu söyleyen bir hatıradır. Akıl şimdiki zamandaki tutkusal kanıtların hizmetine girmiştir, çünkü sentezlerin çözülmesi, zamanın eklemlerinden kopmasıyla gelecekteki ereğini yitirmiştir. Kısacası denebilir ki, adet kanaması gören bir genç kız için ne Descartes’ın metafiziği ne de tinin mutlak bilgiye doğru Hegelci bir seyahati mümkündür. Cogito’nun bir andaki kesinliğinden ibaret bir hezeyanlar alemine mahkum olmuştur o. Şu farkla ki, bu cogito bedenini askıya alamaz, düşünsel süreçlerden bir ben’in varlığına da hükmedemez. Onun düşüncesi ben’ini bulamama halidir. “Bu olgular son derece önemlidir: ancak kadının onlara verdiği ağırlık, onların bilincine varma tarzına dayanır”7  diye yazmış Simone de Beauvoir. Peki bu olguların bilincine varma tarzımız ne olmalı?

Betimlemenin bir başka noktasında sıra ergenlik dönemindeki erkek çocuk ile ergenlik dönemindeki kız çocuğu karşılaştırmaya gelir: Genç erkeğin erotik itkileri onun bedeniyle gururlanışını doğrulayacaklardır. Genç kız da arzularını üstlenmeyi başarabilir: ancak sıklıkla bu arzular onun için utanç verici bir karakter taşırlar. Bedeni bütünüyle rahatsızlık çeker.8  Çocukken vücudunun “içlerine” karşı bir güvensizlik duymuş, bu uykudaki derinliklerin varlığına gerçekten inanmamıştı, işte bu red adet krizine onu tiksinç kılan şüpheli bir karakter vermiştir. “Adet esareti (la servitude menstruelle) yol açtığı psişik tavır dolayısıyla ağır bir handikap haline gelir.”9  Bazı dönemlerde genç kızın başının üstünde dolaşan “tehdit” ona öyle tahammül edilmez görünebilir ki, kanama geçirdiği anlaşılacak, kan görünür olacak, bahtsızlığı bilinecek diye korkarak tüm yarışlardan, tüm zevklerden vazgeçer. Bu bahtsızlığın uyandırdığı dehşet organizmada yankılanır, psikosomatik etkiler yaratır ve onun rahatsızlıklarını ve acılarını arttırır. Adet kanaması bedende psişik olan ile fiziksel olan arasında bir mesafe olmadığını gösteren bir sınır durum olduğu için de dikkate değerdir: “Dişi fizyolojinin karakteristiklerinden birisi endokrin salgıları ile sinir sisteminin düzenlenmesi arasındaki sıkı ilişkidir: bunlar arasında karşılıklı birbirini etkileme vardır; bir kadın vücudu –ve tekil bir biçimde genç kız vücudu— histerik bir bedendir, yani psişik yaşam ile onun fizyolojik gerçekleşmesi arasında bir mesafe yoktur.”10  Ergenlik sıkıntılarının keşfinin yarattığı altüst oluş, bunların kültürde olumlu bir biçimde konuşulmasının imkanının da bulunmaması, bastırılmışlık ve dilsizlik, genç kızın ruhsal yaşamını da bedensel yaşamını da şiddete maruz bırakır. “Artık bedeni tedirginlikle gözetlediği bir şüphelidir, ona hasta görünür : hastadır”.11

Kültürü dönüştürmek, bedenlerimizle yeni sembolik ilişkiler kurmak, dünyada bulunduğumuz durumun akışkanlığını ve döngüselliğini, doğurganlık kapasitemizi olumlamak adet kanamasını da bir esaret, bir utanç, bir kir, bir hastalık olmaktan çıkarabilirdi. Televizyon reklamlarında karşılaştığımız adet gördüğü halde kullandığı ped sayesinde gündelik yaşamında hiçbir şeyden geri kalmayan kadın temsilleri, çağdaş kültürün gözünde bu kanamanın aslında olmadığını, hiçbir şey fark ettirmediğini, bir başka tüketim gereği yaratmaktan öte bir anlam taşımayan fiziksel bir sıkıntı, bir anomali olduğunu ima ediyorlar. “Cinsiyet farklılığı yoktur, asıl mesele toplumsal cinsiyetten ibarettir” diyen feministlere diğerleri öfkelenerek “Ama ben regl oluyorum” diye yanıt vermişlerdir, oysa belki de tartışılan şey bu çıplak olmayan, görünür olmayan, lafı edilmeyen olgu değil, onun hangi anlamlarla, nasıl yaşandığıdır. Herhalükârda, cinsiyetli bedenin farklı deneyimlerini önemseyen feministler tabuları yıkacak ve kadınları özgür ve kendileriyle barışık kılacak yeni anlamlar yaratmaya çabalıyorlar.
1  Simone de Beauvoir, Le Deuxième Sexe, Gallimard, 1949.
2 Iris Marion Young, “Gender as Seriality: Thinking Women as a Social Collective”, Intersecting Voices, Princeton NJ: Princeton University Press, 1997.
3 Le Deuxième Sexe, Cilt I., s.373.
4 A.g.e.
5 A.g.e.
6  A.g.e., s.374.
7  A.g.e.
8 A.g.e., s.377.
9 A.g.e.
10 A.g.e.
11 A.g.e., s. 378.

Enhanced by Zemanta

8 Temmuz 2012 Pazar

Duygu Asena ve Murathan Mungan'ın eserlerinde erkekler ağlamaz söylencesi


"Kadının Adı Yok" kitabından küçük Duygu'nun "erkekler ağlamaz" söylencesi üzerinden ağlama kavramını sorgulama süreci:

"İçimden ağlamak geliyor ama ağlamıyorum. Ağlamak kötü bir şey. Arkadaşlarımın babaları oğullarına sürekli "erkekler ağlamaz" diyorlar;bunu dediklerine göre ağlamak doğru değil. Peki ama ağlamak iyi bir şey değilse neden kızlara yasak değil? Acaba kızların kötü bir şey yapmaları doğru da  erkeklerinki mi değil? Ya da kızlar için ayrı erkekler için ayrı kötü şeyler mi var? Ama bu olamaz, kötü kötüdür, bazıları için iyi olan, bazıları için kötü olabilir mi?"




Bu sefer bu kavramı sorgulayan Murathan Mungan ve karakteri bir erkek, Ali.

 "Ne zaman kendi ağlamaya kalkışsa, "erkekler ağlamaz!" diye azarlanıyordu. Erkeklere yasaklanan ağlamanın, halalarına bu kadar serbest olmasını hiç adil bulmuyordu."

5 Temmuz 2012 Perşembe

Burası Canik, Geleceksizlik Burada!

Son Samsundaki sel afeti ve sonrasında beliren görüntü, ölen insanlarımızın ardından acaba hangi gelecek söz konusu?

Camille Claudel- Bu Kadar Yalnız Kalmak İçin Ne Yaptım?


1880'li yıllarda Camille Claudel İngiliz çağdaşı Jessie Lipscomb ile bir atolye tutarlar
Onların, heykel yaratı sürecinden bir bölümü görüyoruz.

”Akıl hastanesi! evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü.

Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar…

Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar…

Bütün bunlar Rodin şeytanının başının altından çıkıyor, kafasında bir tek düşünce vardı zaten kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam, bunu engellemek için de yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte! bu esaretten çok sıkılıyorum… eve hiç dönemeyecek miyim, Paul?”

“Bu kadar yalnız kalmak için ne yaptım?”


(Camille Claudel’in akıl hastanesinden oyun yazarı kardeşi Paul Claudel’e yazdığı mektup)



Enhanced by Zemanta

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Sivas'ta katledilen ozan Muhlis Akarsu ve Amerikalı Nappy Roots grubu


Bilinmez çoğu zaman Sivas’ta katledilen bu ozanın şu türküsünü http://www.youtube.com/watch?v=uhm7hgs0o9q

Nappy Roots adlı Amerikalı ünlü bir yeraltı rap grubu şu şarkısında altyapı olarak kullanmıştır: http://www.youtube.com/watch?v=t-bdl7wlqay


Müziğin evrenselliği adına güzel bir örnektir. Amerikalı piyasa müziği yapmayan isimler çoğu zaman bu tarz sample almalara başvurmuşlardır. Selda Bağcan'dan tutun birçok muhalif isme kadar. Ülkemizde fazla tanınmasa da oralara kadar bu sesin ulaşması ne kadar gurur verici.
Enhanced by Zemanta